Müellif: el-Hâc Molla Muhammed Ali Doğan (Muhammed el-Kersî)
Büyük boy (17 x 24 cm) bez cilt, şamua kâğıt, 729 sayfa
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اۤلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Evvelâ: Bizleri hakáik-ı Kurâniyye ile meşgúl eden, ona áid îzáh ve tefsîrlerle, icâz ve nüktelerle, usûl ve üslûblarla o hazîne-i ezeliyye-i maneviyyenin cevâhirini -denizden bir katre misâli- ortaya koymak husúsunda muvaffak eden Rahmân-ı Zül-Cemâle hadsiz şükürler olsun. Kurân ve Sünnet vâsıtasıyla, tevhîd ve haşir gibi en yüksek hakíkatleri bizlere talîm buyuran Resûl-i Ekrem (asm)a ve onun âl ve ashâbına da nihâyetsiz salât u selâm olsun.
Sâniyen: Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, Şuálar adlı eserinde, Belki, inşâelláh, Risâle-i Nûrun bir şâkirdi, Sûre-i Rahmânı tefsîr edip bu meseleyi de halleder[1] buyurarak, bu sûre-i celîle husúsunda ileride bir tefsîr yazılacağını müjdelemiştir. Telîf edilen bu eserin, Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin müjdelediği tefsîrin bir ferdi, bir mâsadakı, bir nümûnesi ve bir misâli olmasını rahmet-i İlâhiyyeden temennî ve niyâz ederiz.
İşte bu eser, o mevúd ve mübeşşer olan eserin bir mâsadakı olmak niyyetiyle kaleme alınmıştır.
Sâlisen: Bu sûre tefsîr edilirken şöyle bir metod takíb edilmiştir:
1. Âyet-i kerîmelerin meâli.
2. Önceki âyetlerle olan irtibâtı.
3. Lügavî manâları ve tahlîlleri.
4. Tefsîri.
5. Kurânın vech-i icâzını isbât eden usûl ve üslûblarla tefsîri.
6. Âyet-i kerîmelerde mevcûd olan nükteler.
7. Âyet-i kerîmelerde mevcûd olan edebî sanatlar.
Râbian: Sahâbe-i Kirâm, müfessirîn-i ızám, muhakkıkín-i ulemâ, muhakkıkín-i súfiyye ve muhakkıkín-i kelâmiyyenin tesbît ettikleri Kurânın vech-i icâzını isbât eden bazı usûl ve üslûblar vardır.
İşte, bu eserimizde, Sûre-i Rahmânın her bir âyeti, Kurânın vech-i icâzını isbât eden o usûl ve üslûblarla tefsîr edilmiştir. Bu eserde, sûrenin âyâtında mevcûd olan icâzî hakíkatler isbât edilmiş, o hazîne-i maneviyyeden bazı cevherler gösterilmiştir. Her bir üslûb, Kurânın ayrı bir vech-i icâzını ortaya koymuştur.
Evet, Kurâna áid her şey, gáyet kıymetdârdır ve gáyet ehemmiyyetlidir. Husúsan icâzını ve nüketini izhâr eden her mesele, nev-ı beşer için büyük bir nimettir. Bu husústaki say ve gayret de, Rabbimizin en büyük bir lütfudur. Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Kurâna ve îmâna áid her şey kıymetlidir; záhiren ne kadar küçük olursa olsun, kıymetçe büyüktür. Evet, saádet-i ebediyyeye yardım eden küçük değildir. Öyle ise, Şu küçük bir nüktedir, şu îzáha ve ehemmiyyete değmez denilmez.[2]
Hámisen: Bu sûre-i celîlede asıl işlenen ve nazara verilen, haşr-i cismânî hakíkatidir. Evet, haşr-i cismâniyye dâír en kuvvetli ve râsih delîller, bu Sûrede serd edilmiştir. Bil-hássa Cennetteki saádet-i cismâniyye hakkında gáyet tafsílât verilmiştir. Belki, Cennet hakkında en çok bilgi ve tafsílât bu Sûrede verilmiştir denilebilir. Zîrâ, Kurânın, tevhîdden sonra en büyük davâsı haşirde temerküz etmektedir.
Kurân, haşr-i cismânî davâsını isbât husúsunda şöyle bir yol ve üslûb takíb eder:
Evvelâ, delâil-i tevhîdi, enfüsî ve âfâkí dâirelerde isbât eder. Bunun için bir eseri nazara verir. O eser üzerinde tezáhür eden efál-i İlâhiyyeyi isbât eder. Fiil, fâilsiz olmaz káidesine binâen, o fiillerle esmâya intikál ettirir. Daha sonra, o esmâ üzerine haşr-i cismânî hakíkatini binâ eder, esmâ yoluyla haşri isbât eder. Zîrâ, her bir ism-i İlâhî, haşri iktizá eder, Manâm, haşirsiz olmaz der. Bu isbât metodu, muhakkıkín-i ulemânın Kurândan istihrâc ettikleri bir metoddur. Demek, bu sûrede asıl olarak haşr-i cismânî hakíkati isbât ediliyor. Tevhîde áid delîllerin önce serd edilmesi ise, bast-ı kelâm içindir, isbât-ı davânın mukaddimesi içindir.
Sâdisen: Bu sûre, dünyâda bir insânın huzúr ve saádeti neye bağlı ise, Cennette dahi o neví saádetin varlığını isbât eden temsîlî bir sûredir. Şöyle ki:
Bir mümin, bu dünyâda evvelâ içinde barınacağı bir mesken (ev) inşâ eder. Sonra o evin etrâf-ı erbaasını -şâyet imkânı varsa- bâğ ve bahçelerle, su ve çeşmelerle donatır. Meskeni böyle ihzár ettikten sonra, insânda fıtrî olarak bir yemek ve içmek ihtiyâcı doğar. Bu da temîn edildikten sonra, insân, minder ve koltuklara yaslanarak dinlenmek ister. Bu isteği de yerine gelince, bu defa kendisiyle maddeten ve manen sükûnet ve huzúr bulacağı bir eşe ihtiyâc hâsıl olur. Bu ihtiyâc fıtrîdir ve dünyâda nikâh yoluyla temîn edilmiştir.
İnsânın bu dünyâdaki saádeti, bu tertîb ve minvâl üzere olduğundan, Sûre-i Rahmânda da aynen bu tertîb ve minvâl takíb edilmiştir. Cennetteki saádet-i cismâniyye, beş merhalede nazara verilmiştir:
Birincisi: Ehl-i Cennete, meskenin (köşk ve sarayların) ikrâm edilmesi.
İkincisi: O köşk ve sarayların bâğ ve bahçelerle, çeşme ve ırmaklarla muhât olması.
Üçüncüsü: Ekl ve şürbün ihsân edilmesi.
Dördüncüsü: Ehl-i Cennetin, her türlü hüzün ve korkudan emîn olarak minder ve koltuklara yaslanıp telezzüz etmeleri.
Beşincisi: Hûrîlerle olan maddî ve manevî saádetin ve lezzetin temîn edilmesidir.
Bütün bunlar, Cennetteki saádet-i cismâniyyeyi sarâhaten ifâde eder. Zîrâ, bunlar, saádet-i ebediyyenin maddî kısmını teşkîl eder. Manevî kısmı ise; Elláhın rızásına, lütfuna, tecellîsine, kurbiyyetine mazhar olmaktır. Rahmân Sûresi, Cennetteki saádet-i ebediyyenin cismânî olduğunu sarâhaten beyân ettiği gibi; Cehennemdeki şekávet-i dâimenin de cismânî olduğunu sarâhaten beyân ediyor.
Demek, dâr-ı âhirette saádet ve şekávetin cismânî olduğu haktır ve katídir. Müminin, haşre îmân rüknüne dâír inancı budur. O, buna muhálif hîç bir inanca itibâr etmez. Zîrâ, Rahmân ve benzeri sûreler, bu meseleyi katí olarak, ışık Şemse lüzûmu derecesinde isbât etmiştir. Buna muhálif olan bütün düşünceler bâtıldır ve merdûddur. O hâlde, âhirette şekávet-i cismâniyyeden mahfûz kalmak ve saádet-i cismâniyyeye nâil olmak için, Kurân ve Sünnetin tesbît ettiği böyle bir inanca sáhib olmamız lâzım ve elzemdir. Aksi takdîrde, ebedî bir saádet, dâimî bir saltanat ve bâkí bir mülkü kaybetmek tehlikesi katídir. Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri şöyle buyuruyor:
Herkesin îmân mukábilinde bu zemîn yüzü kadar bâğlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkí ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veyâ kaybetmek davâsı başına açılmış. Eğer îmân vesîkasını sağlam elde etmezse, kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyûnluk táúnuyla çoklar o davâsını kaybediyor. Hattâ, bir ehl-i keşf ve tahkík, bir yerde kırk vefiyyâttan yalnız bir kaç tânesi kazandığını sekerâtta müşâhede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acabâ, bu kaybettiği davânın yerini, bütün dünyâ saltanatı o adama verilse, doldurabilir mi?[3]
Acabâ, her bir ehl-i Cennete semâvât ve Arz genişliğinde bir Cennetin verildiği, o Cennetlerin bâğ ve bahçelerle, çeşme ve pınarlarla, kasr ve saraylarla tezyîn edildiği, pek çok mücevherâtla işlenen her bir kasrın pek çok hádim ve gılmânlarla şenlendiği, o sarayların tabanına yeşil sergiler serildiği, koltukların dizildiği, ehl-i Cennetin her çeşit hüzün ve korkudan emîn olarak selâmetle o koltuklar üzerinde oturduğu ve karşısında hûrîlerin ona nağmeler söylediği böyle bir Cennette, istediği yerde gezip dolaştığı bir saltanattan daha büyük bir saltanat düşünülebilir mi?
Sâbian: Bu asırda ehl-i nifâk ve dalâlet çok ileri gitmiştir. Bütün hedefleri, îmânın temel kalalarını yıkmaya yöneliktir. Bâ-husús, haşr-i cismânînin inkârı husúsunda büyük tahşîdât yapmaktadırlar. Bunun için pek çok fâsid ve bâtıl tevîllerle ehl-i îmânın itikádını sarsıyorlar. Kurânın haşr-i cismânî hakkında bu kadar tafsílât vermesinin bir hikmeti de, onların o bâtıl inançlarına sedd ü bend çekmektir. Yanî, onların bu husústaki inkârları şiddetlendikçe, Kurân da ona göre bu konuda tahşîdât yapar, haşr-i cismânîye dâír pek çok delâili serd eder. Bu asırda ehl-i îmân, bâ-husús ehl-i ilim için en büyük bir vazífe, ehl-i nifâk ve dalâletin bu vahîm plan ve entrikasını teşhís ettikten sonra, hemen Kurâna mürâcaat edip doğrudan doğruya reçete ve edviyeleri ondan alarak, onun icâzî ve bürhânî hakíkatlerini gözler önüne sermek súretiyle onların bu dehşetli planını akím bırakmaktır. O hâlde, hüner odur ki; ehl-i ilmin, böyle en mühim ve hayâtî meselelerle uğraşması, tehlikeleri görmesi, onları bertaraf etmesi, ümmetin, bâ-husús ehl-i îmânın îmânını takviye etmesi, şek ve şübhelerden muhâfaza etmesidir.
Bu eserin istifâdeye medâr olmasını rahmet-i İlâhiyyeden niyâz ederiz.
1. Şuálar, 13. Şuá, s. 305.
2. Mektûbât, 23. Mektûb, 8. Mesele, s. 261.
3. Şuálar, 11. Şuá, 4. Mesele, s. 180.